Arıkan: “Yapı stokumuz deprem güvenliği bakımından 1999 yılından daha iyi durumda değil”
Saadet Partisi (SP) Genel Başkan Yardımcısı Mahmut Arıkan, 17 Ağustos 1999 depreminin yıl dönümünde yaptığı açıklamada, “Yapı stokumuz deprem güvenliği bakımından 1999 yılından daha iyi durumda değil” dedi.
SP Genel Başkan Yardımcısı Mahmut Arıkan, parti binasında düzenlediği basın toplantısında 17 Ağustos 1999 depremini andı. Arıkan, “Türkiye tarihinde derin izler bırakan, onulmaz yaralar açan hadiselerden biri de hiç şüphesiz; üzerinden 21 yıl geçmesine rağmen hala acı hatıralarla anılan 17 Ağustos 1999 depremidir. Öncelikle depremde canlarını kaybeden kardeşlerimize Allah’tan rahmet yakınlarına bir kez daha başsağlığı diliyorum. Yine depremde yaralanan maddi anlamda zarar gören vatandaşlarımıza da geçmiş olsun dileklerimizi bir kez daha iletiyorum. 17 Ağustos 1999 sabahı, saat 03.02’de merkez üssü Kocaeli’nin Gölcük ilçesi olan 7.4 büyüklüğünde bir deprem gerçekleşti. Ankara’dan İzmir’e kadar geniş bir alanda etkili olan ve resmi raporlara göre 18 bin 373 kişinin yaşamını yitirdiği Marmara Depremi en büyük felaketlerden biri olarak tarihe geçti. Depreme uykusunda yakalanan 23 bin 781 kişi yaralandı, 505 kişi ise sakat kaldı. Resmi olmayan bilgiler ise kan dondurucuydu: 50 bine yakın insanın yaşamını yitirdiği, 100 bine yakın insanın da yaralandığı iddia edildi. Kamu denetiminin yetersiz kaldığı, çarpık kentleşmenin bilimin yerini aldığı, inşaat sırasında eksik malzemelerin kullanıldığı ve aşırı kâr hırsı ile hareket edildiği söylendi; kader demenin yanlışlığı üzerine her daim konuşuldu. İhmalin yanı sıra zamanaşımı, ertelenen cezalar ve mahkum edilmeyen onlarca suçlu herkesi kahretti. Üzerinden 21 yıl geçse de 45 saniye hala ruhumuzu sarsıyor. 17 Ağustos depreminin ülkemizde endüstrinin ve şehirleşmenin en yoğun olduğu Marmara Bölgesinde meydana gelmiş olması, can kaybının ve hasarın da o ölçüde çok büyük olmasına sebep olmuştur. Tarih boyunca başta depremler olmak üzere doğa kaynaklı afetler Türkiye’yi defalarca etkilemiş, önemli ölçüde can ve mal kayıplarına neden olmuştur. Türkiye’nin jeolojik, sismik, topografik ve iklimsel karakterleri, çok farklı afetler için zemin oluşturmuş ve son 70 yılda 600.000 konut bu nedenlerle tahrip olmuştur. 17 Ağustos 1999 tarihinde meydana gelen deprem ülkemizin, afetlere özellikle depremlere hazırlıklı olma noktasında noksanlıkların ve sorunların görülmesi bakımdan önemli bir dönüm noktası olmuştur ancak afet yönetiminde bütüncül bir stratejinin geliştirilmesinde hala önemli adımlar atılması gerekmektedir. Ülkemizin konut stokunun yaklaşık yüzde 66’sı deprem, yüzde 15’i sel, yüzde 10’u toprak kayması, yüzde 7’si heyelan, yüzde 2’si meteorolojik olaylar ve çığ yüzünden hasar görmüştür. 2011 yılında Van’da ve 2020 yılında Elazığ’da meydana gelen depremler ülkemizin yapı stokunun güvenliği, bütüncül afet yönetim politikaları ve afet bilinci konularında yeterli olmadığını bizlere göstermiştir. Türkiye’nin afetselliği göz önüne alındığında başta 1999 yılında ülkemizde meydana gelen deprem olmak üzere, afetlerin acı sonuçları yerel yönetimlerin görev-yetki ve sorumluluğunda olan imar planlamasının ve özellikle yer seçiminin ve yapıdaki denetimin önemini bir kez daha göstermiştir. Yer seçimi, doğa kaynaklı afetlerde güvenli ve ekonomik yapının ilk ve en önemli adımını oluşturmaktadır. Ancak, deprem başta olmak üzere karşılaşılan doğa kaynaklı afetler sonucunda ortaya çıkan olumsuzluklar bu konudaki yasaların etkin bir şekilde uygulanamadığını göstermektedir. Dünya Ekonomik Forumu, 2017 yılında en büyük beş küresel riskten biri olarak yaşanan büyük afetleri göstermiştir. Büyük afetlerin risk ve etkisinin, iklim değişikliği ile nüfus ve kentleşme artışı ile çevresel bozulmayla daha da arttığına vurgu yapmıştır. Bu riskler, yoksulluk, zayıf yönetim ve bozulmuş altyapı gibi diğer temel faktörlerle birleştiğinde afetlerin topluluklar ve nüfus üzerindeki etkisi daha da yıkıcı olmaktadır. Türkiye’nin 1999 öncesi dönemlerde yürüttüğü tepki vermeye odaklı, müdahale çalışmaları ağırlıklı, reaktif bir yaklaşım içeren afet politikalarının yerini günümüzde uluslararası politikalardan da etkilenerek, değişim göstererek proaktif, risk azaltmaya odaklı, sürdürülebilir kalkınmayla entegre, katılımcı bir çerçeve içeren politikalara bırakmıştır. Ancak uluslararası politikaların özellikle son dönemde içinde bulunduğumuz Sendai Çerçeve Belgesinin (2015-2030) de etkisiyle biçimlenen bu yaklaşımların etkin bir şekilde hayata geçirilmesi için gerekli kapasitenin bir an önce oluşturulması elzemdir. Diğer ülkelerde olduğu gibi kentlerin afetlere karşı dirençliliğinin sağlanması ulusal, bölgesel ve yerel ölçeklerde planlama sürecine dahlinin nasıl olacağı, bu politikaların nasıl geliştirileceği ülkemiz için de öncelikli bir sorun alanı hâline gelmektedir” ifadelerini kullandı.
“Afetler sonucunda yaşanan kentleşme ve yapılaşma sorunları, doğa kaynaklı afetlere yönelik planlama sürecinin bir sistem içinde tasarlanmasına ve ilgili mevzuatın yeniden düzenlenmesine olan ihtiyacı artırmıştır” diyen Arıkan, risk odaklı sürdürülebilir kalkınma için atılması gereken adımları şu şekilde sıraladı:
“Uygulanacak risk azaltma politikalarının iyi yönetişimin unsurları olarak değerlendirilen hukukilik, tarafsızlık, şeffaflık, hesap verebilirlik ilkelerini içermesi, diğer politikalar ile eşgüdümün sağlanması, yapılan çalışmaların etkin olması, halkın afetlere karşı bilincinin ve farkındalığının artırılması gerekmektedir. Afet risklerinin analizi ve değerlendirilmesi yapılmalıdır. Afet veri tabanını oluşturmalı, güçlendirilmeli ve riskleri azaltılmalıdır. Yerel, bölgesel, ulusal izleme ve değerlendirme mekanizmaları güçlendirilmelidir. Karar vericiler için paydaşlarla birlikte çoklu risk değerlendirmelerini dikkate almalı ve sürece kalkınma aktörleri dahil etmelidir. Kentsel dönüşüm faaliyetleri niteliksiz yapı stokunun bertarafı için hızlandırılmalıdır. Sürdürülebilir Kalkınma için 2030 Gündemi, Sendai Çerçevesi, Paris Anlaşması ve Dünya İnsani Zirvesi gibi küresel girişimler kalkınma planları ile bütünleştirilmelidir. Afet riskli alanların tespiti ve ilanına yönelik mevcut kriterler geliştirilmelidir. Can ve mal kaybına neden olma açısından afet riskleri, tehlikesi, etkilediği nüfusun büyüklüğü, mali ve finansal gereksinimler ve rezerv alanın mevcudiyeti gibi unsurlarla puanlama sistemleri oluşturularak önceliklendirmeler oluşturulmalıdır. Tehlikeli ve riskli alanlardaki yapıların risk önceliklendirilmesi yapılmalıdır. İstanbul genelinde kentsel dönüşüm uygulamaları ve imara yeni açılacak alanların planlaması yapılırken nüfus yoğunluğu dikkate alınarak afet ve acil durum toplanma alanları oluşturulmalıdır. İstanbul’da fay hattına yakın olan alanlar tespit edilerek kentsel dönüşüm çalışmalarında önceliklendirilmelidir. Kentsel dönüşüm uygulamaları ve imara yeni açılacak alanlar ile sanayi alanlarının dönüşümü kapsamında şehir planlaması yapılırken şehrin afet geçmişi, afet tehlikeleri ve riskleri göz önünde bulundurulmalıdır. Afet risklerinin planlama aşamasında gözetilmesine yönelik imar planlaması kriterleri geliştirilerek afet tehlike ve risklerine uygun imar planlaması yapılmalıdır. Yerel yönetimlerin afet ve acil durumlara karşı toplumsal farkındalık artırılacak ve yerel düzeyde afet yönetiminden sorumlu birimlerin kapasiteleri güçlendirilmelidir. İl afet risk azaltma planları hazırlanmalıdır. Yerel afet önleme projelerinin hazırlanıp uygulanmaya konularak kapasitelerinin artırılması gerekmektedir. Afetlere toplumun hazırlanması ve refleks kazanması için tatbikat kültürünün oluşturulması ve afet bilincinin arttırılmasına yönelik adımlar atılmalıdır.”
“Kronikleşmiş problemlerimiz varken bütün bunları geri plana atan gereksiz gündemler ile meşgul edilmemizi sorgulamamız gerekiyor”
Arıkan, “Bizim ülke olarak başta yönetim krizi olmak üzere, ekonomi, insan hakları, dış politika ve deprem alanlarında artık iyice kronikleşmiş problemlerimiz varken bütün bunları geri plana atan gereksiz gündemler ile meşgul edilmemizi sorgulamamız gerekiyor. Hükümet diğer önemli konularda olduğu gibi deprem konusunda da konunun özünün tartışılmasını istemeyen bir tutum içerisindedir. Muhalefetten nasıl bir çözüm önerisi gelirse gelsin iktidar söze “Çarşı her şeye karşı” yakıştırmasıyla başladığı için gerçekler konuşulamamaktadır. Amaçları bir konuyu enine boyuna tartışıp doğrusunu, vatana millete faydalısını bulmaya çalışmak olmadığı için her zaman uyguladıkları ötekileştirici, kamplaştırıcı ve kutuplaştırıcı siyaseti tatbik etmeye devam ediyorlar. Kişisel bazda ihmal olarak nitelendirilen durumun giderilmesi için devlet bazında yapısal reformlara ihtiyaç duyulur.17 Ağustos 1999 depremi ve sonrasında AK Parti bu yapısal reformları önemli oranda yaptı mı sorusuna verilecek cevap evet olacaktır. AK Parti tarafından gerek İş Sağlığı ve Güvenliği gerekse Deprem yönetmeliği konusunda mevzuat bazlı bazı reformlar gerçekleştirildi. Bu reformlar, kanun ve yönetmelikler ülkemiz için önemli gelişmelerdir. Bu konuda emeği geçen bürokrat ve siyasilere teşekkür ediyorum. Ancak durum mevzuat çıkarmak noktasında böyle iken; konu icraata, yani sahada yapılana baktığımız zaman durum 1999 öncesinden çok da farklı değil. Üzülerek söylemem gerekir ki yapı stokumuz deprem güvenliği bakımından 1999 yılından daha iyi durumda değil. Yani, Ampul var ama eve elektrik gelmiyor. Çok güzel kanunlar çıkartıldı ama hala iş kazası oluyor ,gökdelenden insanlar düşüyor sonuç yok, yolun altı boşalıyor tren raydan çıkıyor sonuç yok, maden kazası oluyor sonuç yok, havai fişek fabrikası patlıyor maalesef ders alınmıyor. Bu işin daha da kötüsü; yaşanan olaylar, İş kazaları, doğal afetler, patlamalar ve felaketlerden kaynaklanan ölümlerin pek çoğunun ardından ihmallerin çıkması ve ihmale neden olanların yeterli oranda cezalandırılmamasıdır. Her gün; bu ihmaller yada alınması gereken tedbirler alınmadığı için bir çok insanımız ölmeye yada sakat kalmaya devam ediyor. Bu sadece politika sorunu değil; toplumsal sorunlardan biri aynı zamanda. Mevzuat belli yapılacaklar belli. Ne bunları denetleyenler yeterince etkin, ne de yapılan hatalar noktasında yeterince cezai işlem yapılıyor. Ülkemizde yaşanan en ufak artçı depremde bile İstanbul depremi akla gelir. Bunun nedeni, İstanbul’u yaşanabilecek/yaşanması muhtemel depreme hazırlama konusunda maalesef sınıfta kalmamızdır. Kendi ifadeleri ile ihanet ettikleri İstanbul’u, İstanbulluyu depremden koruyacak gerekli hamleler yeterince yapılmamıştır. Üstüne üstlük imar afları ile ‘uygun olmayan yapılara’ bile; uygunluk veren kendileri olmuştur. Sorulması gereken sorulardan biri de; bu tip yaşanan olaylardan ne kadar ders çıkardığımızdır. Dünden bugüne kentleşme adına atılan adımlar, geliştirilen politikalar; vatandaşı doğduğu, büyüdüğü, varlığını sürdürdüğü kırsal bölgeden, betona boğulmuş kentlere yığmış ve yığmaya devam etmektedir.Bırakın üretimi, üretim faaliyetlerini bile tüketmiş bir iktidarın/anlayışın pençeleri arasında nefes almaya çalışan bir toplum ortaya çıkmıştır. Her gün bir şeyler elde etmek için çalışıp çabalayan ancak yanlış politikalarla geleceği çalınan, geleceği borç ve ipotek altına alınan bir toplum; doğal afetler gelmeden de maalesef günümüzde felaketi yaşamakta. Bir rektörümüzün ifade ettiği gibi, insanlar dışarıda bir musibet olduğunda kendilerini eve kapatırlar. Öyle evler inşa etmeliyiz ki vatandaşlarımız deprem olduğunda dışarıda başlarına bir şey gelmesinden korkup evlerine sığınmalıdır. Allah korusun olası İstanbul depreminde 200.000 insanın hayatını kaybetme tehlikesi ile karşı karşıyayız. Sakınca ve riskleri bir tarafa ülkenin içinde bulunduğu genel problemleri dikkate alarak acil işler ve ihtiyaçlar listesi hazırlasak bırakın ilk üçü beşi, ilk onda ilk yirmide bile kendine yer bulması mümkün olmayan Kanal İstanbul projesi için eski rakamlarla 75 katrilyon gibi dev bir bütçeyi depreme değilde Kanal İstanbul’a ayırmaya kalkmak akılla izah edilecek bir şey değildir. Hedefimiz Kanal İstanbul değil kalan İstanbul olmalıdır. İhanetten kalana sahip çıkmak, kalanın yağmalanmasına engel olmak , kalanı onarıp, ihya edip geleceğe taşımak olmalıdır. Bunu başaracağımıza da yürekten inanıyor ve hepinize saygılar sunuyorum” şeklinde konuştu.